AoZo Güncel - Gezi, fotoğraf ve hayata dair

30.8.05

New Orleans sular altında

Tam dört ay oldu New Orleans'ın güzel sokaklarını, müziğini ve özlediğimiz yemeklerini üçüncü defa tadalı.

Hafta sonundan beri inanılmaz bir faciaya sahne oluyor New Orleans ve çevresi - Amerikanın bugüne kadar gördüğü en büyük doğal felakete... Katrina kasırgası Pazartesi sabahı karaya ulaştığından beri şehir sular altında. Kasırganın karşı koyulmaz gücününün üstüne, deniz seviyesinin altında kalan şehri kuzeyindeki gölden koruyan duvarlarlardan birinin çökmesiyle tsunami ve deprem manzaralarını andıran görüntüler TV kanallarını dolduruyor, evler çatılarına kadar sular altında, bazılarının çatısında mahsur kalan insanlar sürekli dolaşan helikopterlere kendilerini göstermek için çırpınıyorlar. Şehrin %80'i sular altında. 1 milyon kişi zorunlu olarak şehri terketmesine rağmen, geride kalmayı tercih edenlerden ne kadarının öldüğü şimdilik bilinmiyor. Şehri terkeden veya evini kaybeden insanların ne zaman tekrar şehirlerine dönebilecekleri de belirsiz.

Görüntüler çok kötü...

14.8.05

Edinburgh 2 - Gösteriler

Edinburgh Fringe Festivali aktivitelerimize Cumartesi akşamı Amerikalı stand-up'çı Brian Longwell'in Why Work (Neden çalışalım ki?) adlı komedisi ile başlıyoruz. Ortam çok ilginç, neredeyse bir mağarada rahatsız sandalyelerde ve sıcakta oturarak bir saat boyunca gülüyoruz.

Akşamın ikinci gösterisi bir tiyatro, yine Amerika'dan. The Altruist adlı oyun yine küçük bir sahnede, sahnenin üç tarafını çevreleyen sandalyelerde, en ön sıradayız. Genç oyuncular gerçekten çok başarılı, Amerika'nın ve halkının çelişkili hareketlerini güldürücü ve düşündürücü bir şekilde ele alıyorlar.

Pazar öğlen Flamenco Fusion ile güne başlıyoruz. Seville'den gelen dansçılar, flamenco gitarın ve güçlü vokalin eşliğinde oldukça etkileyici.

Bir sonraki gösteriden önce, şehrin büyük parkı The Meadows'a uğruyoruz ve büyük bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Dört ayrı sahnede, açık havada, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen gruplar gösterilerini sergiliyorlar. Arjantin'li tango ekibi ilgimizi çekiyor, bu müzik ve dansın eşliğinde iskoç sandviçlerinin keyfini çıkarıyoruz.















Öğleden sonra hafta sonunun en iyi performansı bizi çok etkiliyor. A Clockwork Orange, Stanley Kubrick'in 1971 yapımı ünlü filmine de temel oluşturan Anthony Burgess'in klasik romanını modern tiyatro unsurlarıyla ve mükemmel oyunculukla sunuyor. Çok etkileyici.

Akşamı ve haftayı Yunan-Kıbrıs asıllı İngiliz komedyen Robert Newman'ın Apocalypso Now politik stand-up'ıyla noktalıyoruz. Birinci dünya savaşından Amerika'nın Irak macerasına kadar uzanan bir tarih dersiyle bizi kahkahalara boğuyor.

13.8.05

Edinburgh 1

İkinci İngiltere iş gezimin ilk haftası sona erdi sonunda ve Cuma akşam üstü pervaneli uçağımızda yerimi alıyorum, projeden Kanada'lı Julie ve İngiliz Ben çifti ile. - ne yazik ki karım yanımda değil bu güzel şehirde geçireceğim hafta sonunda. Önceki Edinburgh (Edinbro okunuyor-ben bilmiyordum bugüne kadar dogrusu) otel bulma çabalarımı okuduysanız, biliyorsunuz ki bu geziyi planlamak pek de kolay olmadı. Adada yeni bir yerler görme isteğim beni Edinburgh'ya yönlendirmişti, Ağustos ayında tüm dünyanın buraya aktığından habersiz. Otel arama çabalarim bu nedenle sonuçsuz kalınca, sonunda internetteki bir acenta üzerinden bir ailenin kiraladiği tek kişilik yatak odasına kaldım. Ben burayı ayarladıktan sonra bana katılma kararı alan Ben ve Julie de baska bir evde yer buldular zar zor.

Ayrıca, biraz geç kalmış da olsak, gitmeden birkaç gün önce festivalin kataloğundan seçtigimiz beş gösterinin biletlerini de aldik. İki komedi, iki tiyatro ve bir flamenko gösterisi. Gösterilerin büyük çoğunlugu, fazla bir üne sahip olmayan sanatçılarin ilk sahne denemeleri, dolayısıyla fiyatlar da İngiltere standartlarına göre oldukça ucuz, 10 Pound (yaklasik 20 Dolar) civarında gösteri başına. Neyse, saat 8 gibi Edinburgh'un batan güneşi uçagımızı karşılıyor. Evlerimizi bulup - ikimizinki de çok güzel - hemen kendimizi yiyecek birşeyler bulmak için şehrin eski sokaklarına atıyoruz. İlk izlenim inanılmaz, akşamın sakinliği, eski muhtesem binaların hafif ışıklari, kalenin şehre muhteşem bir fon olusturması, uzakta deniz manzarası, yokuşlar, taş sokaklar ilk fotoğraflar aklımda kalan - bir sonraki gün gerçek fotoğraflara dönüşmek üzere. Cafe Rouge'da Fransız tatlarına bırakıyoruz kendimizi; böğürtlen soslu kızarmış Camembert peyniri ve fırında keçi peynirli salatayı fırında kuzu izliyor, creme brulee noktayı koyuyor - bu ülke hakkindaki tüm yemek şikayetlerim bir haftasonu için de olsa sona eriyor.

İlk gecemizi merkezdeki mağaza, bar ve restoranların bulundugu Princess ve George Street'de dolaşarak bir pub'da fazla geç olmadan noktalıyoruz - ne de olsa Cumartesinin planı çok yoğun.
Edinburgh CastleBiraz delikli bir uykudan sonra kalktiğimda ev sahibim kahvaltıyı hazırlamiş bile. Biraz sohbet ediyoruz, karı-koca, 65 yaşlarında, üç katlı, her kati 4 metre tavanlı evde yalnız kalıyorlar, festival zamanı biri iki kişilik, biri tek kişilik iki odalarını kiraya veriyorlar benim burayi bulduğum acenta üzerinden. Ekim ile Temmuz arasını ise her sene Pireneler'deki minik ülke Andorra'da geçiriyorlar.


Ben ve Julie'yle buluştuktan sonra önce kaleye yöneliyoruz, Royal Mile (Kraliyet Mili) adıyla da anılan High Street'in sonunda hemen hemen şehrin her yerinden görünen tepenin üstüne yerleştirilmiş kalenin ilk yapısı M.S. 1093 yılında. Daha sonraki yıllarda kalaye birçok ekleme yapılmış ve şu anda bir kaleden çok bir sarayı andırıyor güneyden görülen kısmı. Kale, Ağustos ayında her gece iki defa şehrin en ünlü gösterilerinden birine fon olusturuyor, Military Tatoo. Dünyanin her yerinden gelen askeri bandolar, gösteri grupları, müzikleri ile gösterilerini kalenin üzerine yansıtılan ışık oyunları ve havai fişekler eşliğinde sunuyorlar. Aylar öncesinden biletlerin tamamı satıldığından, maalesef bu gösterinin sadece havai fişek bölümünü görebiliyoruz her aksam.

Kale bölgesinden Grassmarket'taki sokak pazarını dolaşarak Cowgate ve Holyrood Street'den turumuza devam ediyoruz. Postmodern İskoç parlamentosunun önünden geçerken, ülkesinin İskoçya-İngiltere meclislerinin yetkilerini anlatmaya çalışıyor Ben. İskoçlar her fırsatta kültürlerini, 'ülkelerini' İngiltere'nin etkisinden mümkün oldugu kadariyla uzak tutmaya çalışıyorlar gibi geliyor bana. İskoçya Bankası paralarını bile kendileri basıyorlar, bankamatikten çekeceğiniz paranın İskoç parası olacağına emin olabilirsiniz. Resmi olarak İngiltere Bankası damgalı banknotlarla aynı olmasına rağmen İskoç paralarının sık sık İngiltere'de (genelde sahte paradan korunmak için) kabul görmediğini ögreniyoruz Ben'den.
Holyrood Street sonundaki tepenin eteğine ulastığımızda, Ben tepeye tırmanmayı öneriyor. Haritadaki manzara işareti 3 saattir yürümekten ağrıyan bacaklarımı ikna etmeye yetiyor. Hava sürekli değismesine rağmen tırmanışa başladığımızda parçalı bulutlu ve yakında yağmur görünmüyor. 40 dakika sonunda tepeye ulaşıp İskoçya'nın ve Edinburgh'nun manzarasının keyfini çıkarmaya başladığımızda şehir yavaş yavaş sis içinde yokolmaya baslıyor. Dönüş yoluna başladığımızda da yağmur bizim tepeye yetişiyor. Neyse ki bu havaya hazırlıklıyız.

Tepeden inip tekrar şehir merkezine yöneliyoruz, ıslak ortamı sıcak bir öğlen yemeğiyle yenmek için. Harald Nichols alışveriş mağazasının cafe'sinde Halibut Risotto üzerinde poach yumurta ve hollandez sosunu Atlanta'da tekrarlamak üzere kayıtlara alıyorum. Evet - vasat yemek yok bu hafta sonu anlaşılan - iş seyahatindeyim, bilmem söylemiş miydim :)

Öğlen yemeği sonrası ilk sanatsal aktivitemize yöneliyoruz, geçen sene ölen ünlü fotoğrafçı Henri Cartier-Bresson'un bugüne kadarki en büyük sergisine, Dean Gallery'de. Kompakt Leica'sıyla gezdiği yerlerin insanlarını yansıtan Paris, Hindistan ve Meksiko fotoğrafları en aklımda kalanlardan. Avrupa, portreler ve Orta Doğu fotoğraflarının bulunduğu 4 numaları salonda 3 tane de Türkiye'den fotoğrafı bulunuyor. Fotoğrafçının yeni yayımlanan biyografisindeki resimlerden biri de Ara Güler tarafından Havana'da çekilmiş. Son bir iki seneye kadar pek tanımadığım ama resimlerini görmeye basladığımdan beri benim fotoğraflarımı etkilediğini düsündüğüm bu fotoğrafçıya ve sergisine ayrı bir yazı ayırmak uygun olacak sanırım.

Galeri çıkışı, dönüş yolunda aynı yoldan dönmemek için daha önce üzerinden geçtiğimiz küçük bir nehrin kenarına iniyoruz. Kıvırıla kıvrıla yoğun ağaçların ve sazlıkarın arasındaki evlerin kenarından, küçük bir çağlayana, oradan da tekrar bildiğimiz bir yola bağlanıyoruz.

Bu akşamki ilk gösterimiz saat 7'de, yemek için daha erken, ama kahve ve pasta için uygun! Yol üzerinde Grassmarket'de bir cafe'de durup dinleniyoruz.